Kısa Masallar

Kısa Masallar

 Obur Kaplumbağa
Bir varmış, bir yokmuş,
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,
Allah’ın yarattıkları buğday tanesinden çokmuş.
Kimi kavak gibi uzun, kimi kabak gibi tombulmuş, Kimi yürürken tıs tıs eder, kimi kuş gibi uçarmış.
Yeşil mi yeşil, güzel mi güzel bir orman içinde iki arkadaş kaplumbağa yaşarmış. Birinin adı Meyşa diğerininki ise Tişni imiş. Meyşa ile Tişni çok iyi arkadaşmış.
Meyşa hareketli, yardımsever, çalışkan, dost canlısı bir kaplumbağaymış. Tişni ise tembel, dünyayı umursamayan, herkesten uzak durmayı seven bir kaplumbağaymış. Tek arkadaşı Meyşa imiş. Meyşa ve Tişni her akşam aynı ağacın altında buluşurlarmış.
Meyşa her gün sabah uzun uzun yürür, yolda gördüğü hayvanlarla tanışır, arkadaş olurmuş. Tisni’ninse her gün yaptığı tek şey bol bol yemek yemek ve uyumakmış.
Meyşa, Tişni’ge devamlı olarak;
— Haydi, Tişni sen de biraz gez, hareket et, çok şişmanla*dın, dermiş. Tişni ise;
— Biz kaplumbağalar zaten yavaş hayvanlarız; bizim hareketimizden ne olacak, diyerek yatarmış. Sürekli yemek yediğinden çok obur bir kaplumbağa olup çıkmış. Bulduğu her otu yiyormuş. Meyşa ona;
— Her otu yeme zehirlenirsin, dermiş ama o bildiğinden hiç şaşmaz, kimsenin sözüne kulak asmazmış.
Bir gün Meyşa, Tişni’yi ormanda gezmeye ikna etmiş. Bir kaç adım gidince Tişni “Yoruldum” diye şikâyet etmiş.
Dinlenmek için bir yerde durmuşlar. Sürekli boğazını düşünen Tişni, yiyecek bulmak için etrafa bakmaya başlamış. Daha önce görmediği kırmızı meyveli bir sarmaşık görmüş. Yemek için meyvelere doğru ilerlemiş. Meyşa;
_ Hayır, Tişni onları yememeliyiz. Ne olduğunu bilmiyo-
ruz, zararlı olabilirler, demiş.
_ Baksana kırmızı kırmızı meyveler. Ne kadar da güzel
Görünüyor, gel sen de ye, demiş Tişni,
Meyşa yememesi için çok yalvardıysa da Tişni’yi vazge-
çiremernis. Tişni hem yiyor hem de Meyşa’yı;
— Gel gel, sen de ye çok lezzetli, diye çağırıyormuş.
Tişni tıka basa yedikten sonra uyumaya gitmiş. Daha yeni uykuya dalmış ki dayanılmaz bir karın ağrısiyla uyanmış.
Meyşa, arkadaşının yanına koşmuş; ama elinden gelen hiçbir şey yokmuş. Tişni karın ağrısıyla kıvranıyormuş. Meyşa ne yapacağını şaşırmış. Aklına arkadaşı geyiği çağırmak gelmiş. Geyik hastalıklardan anlarmış. Koşa koşa geyiğin yanına gitmiş. Tişni’nin başına gelenleri ona anlatmış. Geyik şifalı otlardan bir ilaç hazırlamış. Tişni’ye bunu içirmiş.
Tişni o günden sonra bir daha asla bilmediği yiyecekleri yememiş. Meyşa ile birlikte her gün ormanda uzun yürüyüş*ler yapmış. Meyşa artık onun çok yemesine de engel oluyor*muş. Tişni şişmanlıktan kurtulmuş, sağlıklı bir kaplumbağa ol*muş. İki arkadaş ormanda uzun yıllar yaşamışlar.


Benekli Kelebeğin Bayramlığı

 Akşamdı. Kaybolan güneşle beraber insanlar evlerine, kuşlar uzaklara, böcekler yuvalarına gidiyordu. Tüm bunların arasında bir kelebek telaşla gezip duruyordu. Siyah benekleri vardı. Açık yeşil kanatları… Bir de çok mühim bir derdi vardı.

 Bir kelebeğin derdi ne olabilir ki…

 Yarın bayramdı. Ama bizim benekli kelebek, bir bayramlık alamamıştı hâlâ. Ne yapsa ne etseydi. Düşünüyor, düşünüyor ama aklına bir çıkar yol gelmiyordu.

 Hafifçe kararan gökyüzüne baktı. Biraz erken olsa gidip onun renginden isteyebilirdi. Şöyle açık mavi bir kıyafet hiç de fena olmazdı hani. Ama gökyüzü artık gece elbiselerini giymişti ve bu renk bir kelebeğin bayramlığı için uygun bir renk değildi. Ağaçların yeşili olabilirdi aslında. Ama bu karanlıkta onlar da birer hayalet gibi olmuşlardı. Bulutlar yoktu, oysa beyaz bir gelinlik isteyebilirdi onlardan. Sapsarı bir elbise de iyi olurdu sanki ama güneş de yoktu ki… Hepsi de gitmişti işte. Kendini çok yalnız hissetmeye başlamıştı. N’apacaktı şimdi…

 Böyle küskün küskün dolaşırken ilginç bir şey oldu. İçine bir umut doğdu benekli kelebeğin. Zor zamanda yetişen umutlar da bir başka güzel olur, bilirsiniz.

 Gördüğü yere doğru uçtu hemen. Hem de bir helikopter gibi hızlıca… Beneklinin koştuğu yer, ışıkları yanan bir balkondu. Balkonda bir çocuk vardı. Ve masasına eğilmiş, bir şeyler yapıyordu. Kimdi bu çocuk, benekli onu nasıl görmüştü bilinmez. Aceleyle çırpıyordu kanatlarını.

 Gideceği yerin yolu, heyecandan o kadar uzamıştı ki, benekli kelebek bir başka ülkeye gittiğini sandı. Sanki kocaman yollar, ormanlar ve denizler geçiyordu.

 Kanatları güçsüz kalmıştı iyice.

 Nihayet ışıklı balkona geldi. Ve çocuğun tam önüne kondu. Konduğu yer, çocuğun resim yaptığı beyaz kâğıttı.

 Onu görünce sevinçle el çırptı çocuk. Nazikçe eline aldı. Benekli, heyecandan az kalsın ölecekti. Sesini toparlayıp:

 - Merhaba, dedi.

 Neşeyle gülümsedi çocuk.

 - Merhaba cici kelebek, dedi. Kelebek devam etti sonra:

 - Biliyor musun ben yalnız bir kelebeğim. Yarın bayram. Ama benim hâlâ bir bayramlığım yok!

 - Üzüldüğün şeye bak, dedi çocuk. Ben hemen bir bayramlık hazırlarım sana.

 - Sahi mi?, diye sordu kelebek. Bunu yaparsan çok sevinirim.

 Çocuk hemen boyalarını çıkardı. Çabucak bir kelebek çizdi ve boyamaya başladı. Açık yeşil kanatlı, siyah benekli bir kelebekti çizdiği. Resmini bitirince kelebeğe gösterdi.

 - Ooov, dedi kelebek. Tam bir bayramlık bu. Ne kadar da güzel oldu.

 Muzipçe güldü çocuk:

 - Biliyor musun, dedi sonra. Bu resmi senin kanatlarına bakarak çizdim. Senin kanatlarından daha güzel bir şey olabilir mi? Bence bayrama böyle girmelisin.

 - Bir bayramlık kadar güzel mi sence?, diye sordu kelebek.

 - Tabii ki güzel, dedi çocuk.

 Gülümsedi kelebek. Şöyle bir baktı kanatlarına. Gerçekten de çok güzeldi kanatları. Biraz düşünüp:

 - Sen beğendiysen, artık bayramlık aramayayım o zaman, dedi.

 Sonra vedalaşıp kanatlarını açtı. Çocuk, kelebeğin arkasından küçük bir siyah benek olana kadar el salladı.

 Bayramlıklar hep güzel olurdu. Ama en güzeli elimizdekiyle yetinmeyi bilmekti. Benekli kelebek, bu bayrama bunu öğrenmiş olarak girdi.

Çiftçi ile Geçimsiz Oğulları



 Akıllı bir çiftçi varmış. Ama bu çiftçinin oğullarıyla başı dertteymiş. Çünkü oğulları birbirleriyle hiç geçinemez, durmadan çekişirlermiş.

 Çiftçi oğullarına ne dediyse kâr etmemiş. Çocuklar o kötü huylarını bir türlü değiştirmemişler. Atışıp çekişmeye devam etmişler.

 Adamcağız sözle başa çıkamayacağını anlayıp, “Bâri şunlara bir örnek göstereyim.” demiş. Oğullarını yanına çağırmış. Onlardan birkaç demet de çubuk istemiş.
 Oğullarını karşısına almış. Çubukların hepsini bir demet yapıp bağlamış. Sonra oğullarına verip;

 “-Kırın bakayım şunları!” demiş.
 Çocuklar uğraşmışlar, didinmişler ama çubukları bir türlü kıramamışlar. Bunun üzerine çiftçi, demeti onlardan alıp çözmüş. Çocukların hepsine birer çubuk verip;

 “-Şimdi kırın bakalım.” demiş.
 Çocukların hepsi de ellerindeki çubukları kolayca kırmışlar.

 Baba;

 “-Görüyorsunuz ya evlâtlarım,” demiş, “birlik olursanız düşmanlarınız size bir şey yapamaz. Ama birbirinizle geçinemez, çekişmeye devam ederseniz, düşmanlarınıza tek başınıza karşı koyamazsınız; yenilip gidersiniz.”

Küçük Deniz Kızı



 Bir zamanlar altı güzel kızı olan bir kral varmış. Ama bu kral insanların kralı değilmiş. Ülkesi dalgaların altında balıkların değerli taşlar gibi parıldadığı bir ülkeymiş. Genç prenseslerin anneleri çoktan ölmüş ve onları büyükanneleri büyütmüş. İçlerinde en güzelleri en küçük olanıymış. Saçları altın bukleler halinde omuzlarına dökülüyormuş. Kızlar büyükannelerinin anlattığı yeryüzüyle ilgili masalları çok seviyorlarmış. Bu masallarda bacak adlı iki şeyin üzerinde yürüyen garip insanlar varmış. Küçük denizkızı da bu anlatılanları görmek istiyormuş.

 “Onbeş yaşını beklemen gerekir,” demiş büyükanneleri. “O zaman gidip görebilirsin.”En büyük denizkızı yaşı geldiğinde yüzeye çıkmış ve gördüğü ilginç şeyleri kardeşlerine anlatmış. Yıllar geçmiş ve sonunda küçük denizkızının da yüzeye, insanların dünyasına çıkabileceği gün gelmiş. Şimdiye kadar hep merak ettiği dünyayı artık kendi gözleriyle görebilecekmiş. Yüzeye doğru yüzerken güneş batıyormuş. Yakınlarda bir gemi demir atmış. Küçük denizkızı yüzeye çıktığında güvertedeki yakışıklı prensi görmüş. Prens kendisini birisinin gözlediğini de, prensesin ondan gözlerini ayıramadığını da bilmiyormuş tabii. Birden hava kararmış, gemi çıkan fırtınayla sallanmaya başlamış.

 Çok geçmeden yelkenleri parçalanmış, direği kırılmış ve gemi sulara gömülmüş. Küçük denizkızı sularda çırpınan prensi son anda görüp kurtarmış. Onu kucaklayıp kıyıya götürmüş ve sahile bırakmış. Sabah olduğunda prens hala yattığı yerde uyuyor, denizkızı da başucunda onu bekliyormuş. Az sonra birkaç kız koşarak gelmiş. Prens gözlerini açmış ve kalkıp yürümüş. Küçük denizkızı oracıkta üzüntüsüyle baş başa kalmış.

 O günden sonra küçük denizkızı prensi görebilmek umuduyla birçok kez yüzeye çıkmış. Artık dayanamıyormuş. Su cadısına gidip akıl almaya karar vermiş. Cadı onu görünce bir kahkaha atmış: “Niçin geldiğini biliyorum denizkızı,” demiş. “İnsana dönüşüp karaya çıkmak istiyorsun. Böylece prensle daha yakın olacağını düşünüyorsun. Ama bunun bir bedeli var, biliyor musun?” “Bilmiyordum,” demiş küçük denizkızı, “ama insan olabilmek için neyse öderim.” “Sesini istiyorum,” demiş cadı, “şu şarkılar söyleyen güzel sesini. Bana sesini verirsen ben de seni iki ayaklı güzel bir genç kıza çeviririm.

 Ama unutma, prens seni bütün kalbiyle sevmeli ve evlenmeli. Yoksa bir deniz köpüğüne dönüşüp sonsuza dek yok olursun.” ” Çabuk,” demiş küçük denizkızı. “Ben kararımı çoktan verdim zaten.” Bunun üzerine su cadısı küçük denizkızına içmesi için büyülü bir ilaç vermiş. Küçük denizkızı prensin karşısına dikildiği an prens bu hiç konuşmayan kızdan çok hoşlanmış ve onsuz yapamayacağına karar vermiş. Küçük denizkızı da prensi her geçen gün daha çok sevmiş, ama prens ona bir türlü evlenme teklif etmiyormuş. Prensin annesi ve babası, kendine eş bulması için baskı yapıyorlarmış.

 Prens sonunda yakındaki bir ülkenin prensesiyle tanışmaya karar vermiş. Yanında küçük denizkızını da götürmüş. Zavallı kız çok acı çekiyormuş. Prens komşu ülkeye gidip prensesle karşılaşınca aklı başından gitmiş ve hemen evlenmek istemiş. Düğünleri muhteşem olmuş. Her yer çiçek, ipek ve mücevherle kaplıymış. Mutlu çifti görmeye gelen herkes coşku içindeymiş. Yalnızca küçük denizkızı sessizmiş. Gözyaşları sessizce süzülüyormuş yanaklarından. O gece küçük denizkızı güvertede dikilmiş karanlık sulara bakıyormuş. Gün doğarken bir deniz köpüğü olup o sulara karışacakmış. Birden suların dibinden denizkızının kardeşleri çıkmışlar.

 Saçları kısa kısa kesilmiş. “Saçlarımızı su cadısına verdik, karşılığında da bu bıçağı aldık. Eğer bu gece bu bıçağı prensin kalbine saplarsan büyü bozulacak.” Küçük denizkızı bıçağı almış ama prense asla zarar veremeyeceğini biliyormuş. Güneş doğduğunda kendini ağlayarak denize atmış. Ama denize düşmemiş. Kendini havada uçarken bulmuş. Çevresinde altın renkli ışıklar dans ediyormuş. “Biz havanın kızlarıyız ” demişler. “Artık bizimle mutlu olursun.” Küçük denizkızı gökyüzüne doğru yükselirken aşağıya, prensin gemisine bakmış ve gülümsemiş.




Kar Tanesi



 Bir varmış,bir yokmuş…
 Eski çağlarda, kuzey ülkelerinden birinde, ormanlar içindeki küçük bir köyde, Daniel adında bir çiftçi ve Anna adındaki karısı yaşıyorlarmış. Artık genç sayılmayacak yaşa gelmiş oldukları halde, Daniel ve Anna’nın çocukları yokmuş.

 Halleri vakitleri yerinde olduğundan, çocuksuz olmak, karı kocayı çok üzmekteymiş. Ama her ikisi de iyi kalpli insanlar oldukları için, yalnızlıklarını gidermek için türlü yollara sapar, huysuz ihtiyarlar gibi yaşamazlarmış.

 Daniel ve Anna, köyün bütün çocuklarına sevgi gösterir, her fırsatta komşu çocuklar için pastalar yapar, onları evlerinde misafir eder ve ağırlarlarmış. Ayrıca evlerinde altı tane kedi, dört tane de köpekleri varmış. Yalnız ev hayvanlarına değil, ormanda yaşayan yaratıklara da iyi davranırlarmış. Bütün bunlara rağmen, yaşlı karı koca, bir çocukları olsa daha da mutlu olacaklarını düşünmekten kendilerini alamazlar mış.
 Bir kış günü, Daniel ve Anna’nın yaşadıkları köyü karlar kaplamış. O kadar kar yağmış ki,evlerin kapıları dışarda biriken kar yüzünden açılamaz olmuş. Çiftçiler bütün kış hazırlıklarını yazdan yapmış oldukları için evlerine çekilmiş, burunlarını bile dışarı çıkarmıyor, gürül gürül yanan ocaklarının karşısın da oturup pencerelerinden dışarı bakıyorlarmış. Çiftçi çocukları ise, kar yağmaya başlayınca sabırsızlan mışlar.Bir önceki senenin kışında kar ve buzla kaplı oyun yerlerinde oynadıkları oyunları hatırlıyor ve dışarı çıkmak istiyorlarmış.

 Nihayet ertesi günü kar dinince artık çocukları evde tutmak mümkün olmamış. Her tarafı diz boyu karla kaplı olan bahçeler, sabahın erken saatlerinde irili ufaklı çocuklarla dolmuş. Kimisi kar topu oynamaya, kimisi kayak kaydırmaya, kimisi de kardan adam yapmaya başlamış.
 Daniel ve Anna pencerelerinden çocukları seyrederken kendileri de dışarı çıkıp karlar arasında oynamak hevesine kapılmışlar. Üstlerine kalın elbiseler giyip bahçeye çıkmışlar.

 Yumuşak, temiz bir halı gibi ayakları altında ezilen karın içinde gezmek bile başlı başına bir eğlen ceymiş. Karı koca, arkalarından köpekleri koşturarak bahçede kovalamaca oynamışlar.
 Bir müddet sonra yorulmaya başlayınca daha az hareketli bir oyun oynamaya karar vermişler. Komşu bahçede çocukların yaptığı kocaman bir kardan adama gözleri ilişen Anna, ellerini çırparak bağırmış:
 –Daniel buldum… Değişiklik olsun diye biz de kardan bir kadın yapalım.
 Daniel başını sallayarak itiraz etmiş:
 –Hayır… Kardan bir çocuk yapalım.
 Anna bu fikri çok beğenmiş. Hemen küçük bir kartopunu yerde yuvarlayarak büyütmüş ve bir kenara ayırmışlar. Bir yuvarlak kartopuna küçük kol ve bacaklar uydurmak için karları avuçlayıp şekil vermişler. Sonra daha küçük bir kartopundan da baş yapıp gövdenin üstüne oturtmuşlar. Usul usul kar parçasını yontarak kardan güzel bir çocuk yapmışlar. Çocuğun gözleri yerine iki yuvarlak kömür parçası, burnu yerine koni şeklinde bir küçük havuç, saçı yerine de bir tutam siyah at kılı yapıştırmışlar. O zaman kardan çocuk daha da güzelleşmiş.

 İşin sonlarına doğru üşümeye başladığı için artık içeri girmeyi düşünen Anna,birden elinin üstünde ılık bir nefesin sıcaklığını hissetmiş. Hemen başını çevirip bakmış. Bir de ne görsün?.. Küçük kardan çocuğun gözleri beyaz karların arasında pırıl pırıl parlayıp dönmüyor mu?

 Anna heyecanla kocasına seslenmiş:
 –Daniel.. Hayal mi görüyorum? Bu kardan bebeğin gözleri oynuyor gibi geldi bana..
 Ama Anna hayal görmüyormuş, gerçekten de kardan çocuk canlanmış. Daniel kollarını kardan çocuğun boynuna dolayıp onu sevmek isteyince, parmaklarının değdiği yerlerden, inceli kalınlı, sıva gibi kar parçacıkları dökülmüş. Bu döküntüler, tıpkı bir yumurtanın kabuğuna benziyormuş. Kabukların için den küçük, çok güzel bir kardan bebek çıkmış. Bebek gülüyor, sesler çıkarıyor ve kıpırdanıyormuş. Anna hemen atılıp bebeği etekliğine sarmış:

 –Çabuk içeri gidelim Daniel, diye bağırmış. Tanrı dileğimizi kabul etti ve bize bir çocuk verdi. Ama onu hiç kimseye göstermeyelim. Köy halkı kardan yaptığımız bir bebeğin canlandığını duymasın..
 Heyecanla hemen evlerine kapanmışlar. Kardan kızlarının adını “kar tanesi” koymuşlar. Bu isim ona çok da yakışıyormuş, çünkü bütün vücudu kar kadar beyaz olan bebeğin yalnız saçları ve gözleri siyahmış. Kar tanesi o kadar çabuk büyüyormuş ki bir hafta içinde on üç yaşlarında bir kız kadar gelişmiş, büyümüş. Anna komşu kadınlara kar tanesini yeğenleri olarak tanıtmış. Kar tanesi gün geçtikçe büyüyor, güzelleşiyor ve bütün köylüler tarafından çok seviliyormuş. Her gün köyün çocukları kar tanesiyle oynamak için evlerine geliyormuş.

 Bahar ayları yaklaştıkça, çocuklar başka oyunlar oynamaya başlamış. Ama kar tanesi kışın olduğu kadar neşeli görünmüyormuş. Durumu farkeden Anna ve Daniel telaşlanmaya başlamışlar, çünkü kar tanesi artık her zamanki gibi yemek de yemiyormuş. Anne ve baba çocuğa sordukları halde bir cevap alamamışlar. Kar tanesi bahar boyunca gölgeli ve serin yerlerde tek başına dolaşmış ve her gün biraz daha solmuş. Yaz ayları gelip çattığında ise kar tanesi evden dışarı çıkmak istemiyor, davetleri reddediyormuş.

 O ülkede her sene yaz ortası büyük bir bayram yapılırmış. Yaz bayramı günü gelince, Daniel ve Anna, yanlarına kar tanesini alarak bayram yerine gitmişler. Ormanın orta yerinde, ağaçlık ve çimenlik bir alana yerleşmişler. Bütün köy halkı ordaymış. Herkes gülüp oynuyor, eğleniyormuş. Yalnız kar tanesi günün güneşli olduğu saatler boyunca hiç bir eğlenceye katılmamış. Serin bir ağaç gölgesinde oturmayı tercih etmiş. Ortalık karardığı zaman, arkadaşları gelip kar tanesini saklandığı yerden almış ve oyuna götürmüşler. Ormanın açıklık bir yerinde kocaman bir ateş yakılmış. Bütün çocuklar ateşin üstünden atlayarak sevinç çığlıkları atmaya başlamışlar.

 Kar tanesi bu oyunu seyretmekle yetinmiş. Arkadaşlarına katılmayı düşünmüyormuş ama öbür kızlar zorla kar tanesini ateşin yanına götürmüşler. Sıra kar tanesine gelince, arkalarından gelen bir “Ahh” sesi duymuşlar. Dönüp bakınca hiç bir şey görememişler. Kar tanesinin aralarında olmadığını görünce onun ailesinin yanına gittiğini sanmışlar. Oysa bu sırada Daniel ve Anna da kar tanesini arıyorlarmış. Bütün bir gece herkes kar tanesini aramış ama bulamamışlar. Üzüntü içinde evlerinin yolunu tutmuşlar.

 Bir gece, kar tanesinin kayboluşundan bir ay kadar sonra, Anna’nın uykusu kaçmış. O sırada korkunç bir fırtına başlamış. Rüzgar çatıları sarsıyor, pencereleri çarpıyormuş. Hava birden bire soğumuş Karı koca oturup fırtınanın dinmesini beklerken, pencereden bir tıkırıtı duyulmuş. Ne olduğunu anlamaya çalışan Anna ve Daniel, kar tanesini pencereden kendilerine bakarken görmüşler. Hemen koşup kızlarını içeri almak istemişler, ama kız gülerek karşı koymuş. Onlara demiş ki:
 –Ev çok sıcak. Sizin çok sevdiğiniz yaz aylarından ben hoşlanmıyorum. Ben kardan yapılmış olduğum için sıcağa dayanamıyorum. Yaz bayramında ateşin üstünden atlarken eriyip yok olmuştum. Benim için ne kadar üzüldüğünüzü gördüğüm halde, gelip sizinle birlikte yaşayamadım. Bu günkü fırtına benim amcamdır. Ondan rica ettim, havayı biraz soğuttu. Ben de sizi görmeye geldim. Yaz aylarında sizinle birlikte oturmama imkan yok. Ama kış gelip de ilk kar düşünce, kardan bir çocuk yaparsınız, yine sizin yanınıza gelirim.

 Bu sözleri gözleri yaş dolu olarak dinleyen Anna, kış gelene kadar beklemeye razı olmuş. Ama Daniel’in aklına daha iyi bir fikir gelmiş.

 –Senin bütün korkun sıcak havalardan ve güneş ışığından değil mi kar tanesi? diye sormuş. Kız evet demek ister gibi başını sallamış. O zaman Daniel şunları söylemiş.

 –Öyleyse yarından tezi yok, evimizi ve tarlalarımızı satıp, daha kuzeyde, daha soğuk bir yere taşınıyoruz. Kışın yılda on ay sürdüğü o kuzey ülkelerinde, yaz aylarında bile kar vardır. Orada bizimle beraber yaşarsın değil mi?

 Bu fikir kar tanesinin çok hoşuna gitmiş. Sevinçle ellerini çırpmış.

 Aradan bir ay geçtikten sonra, Daniel ve Anna, kuzeyde, soğuk bir yere, halkı balıkçılık ve avcılıkla geçinen bir köye taşınmışlar. Aynı gün, kar tanesi onların yanına gelmiş. Hep birlikte yaşamış ve ömürlerinin sonuna kadar mutlu olmuşlar.

 Bu masaldan alınacak ders: Eğer insanlar çok güçlü bir sevgi bağıyla birbirlerine kenetlenmişlerse; birlikte olabilmek ve mutlu yaşayabilmek için önlerine çıkan her engeli kolayca geçerler.

Paylaşmak Güzeldir



 Baharın ilk günleriydi, havalar yeni yeni ısınmaya başlamıştı. Tepedeki düzlükte büyük bir temizlik vardı. Yerler süpürülüyor, sandalyeler depoya taşınıyor ve yerlere örtüler seriliyordu. Alaz, Deniz, Eren, Zeynep ve Dilan bu işlerde Bilge Dede’ye yardım ediyorlardı.

 Tepeye çocuklarını getiren köy sakinleri birbirlerine, “Bugün Cumartesi mi?” diye soruyorlardı. Çünkü Cumartesi akşamları Bilge Dede, tepeden boru çalar ve tüm çocuklar tepeye hikaye dinlemeye giderlerdi. Ancak bugün ne Cumartesiydi, ne de vakit akşamdı.

 Bilge Dede, tüm köye Alaz ve Dilan’la haber göndermiş ve tüm çocukları pikniğe çağırmıştı. Ama sadece piknik değildi bu, çocuklar gelirken yanlarında en az iki tane de oyuncak getireceklerdi.

 Haberi alan çocuklar, çantalarını aceleyle hazırlayıp, büyüklerini çekiştire çekiştire tepeye doğru tırmanmaya başlamışlardı.

 Tepede oldukça geniş bir alana, örtüler serilmiş, örtülerin üzerine içleri kurabiyeler, kekler ve tatlılarla dolu büyük birer tabak konmuştu. Bu tabakların yanında da içleri ceviz, fındık, badem gibi yemişlerle dolu taslar vardı.

 Gelen her çocuk, örtülerden birinin üzerinde kendine yer buluyor ve her örtüde beş çocuk oturuyordu.

 Bilge Dede, çocukları uyarıyor, “Çocuklar bütün arkadaşlarınız gelip yerleşmeden kimse yemeye ve oyuncaklarını çıkarmaya başlamasın”
 Tepedeki düzlükte bütün çocuklar, Bilge Dede’nin söylediklerine uyuyordu. Ufak tefek terslikleri de Bilge Dede görmezden geliyordu.

 Fakat bir gruptan sürekli şikayet dolu sesler ve hareketler yükseliyordu. O kadar gürültü çıkarıyorlardı ki, Bilge Dede’nin bile dikkatini çektiler. Bilge Dede sessizce grubun arkasına yaklaştı ve çocukları izlemeye başladı.

 Çocuklardan biri, tabaktakileri yemeye başlamıştı ve kendisini uyaran arkadaşlarını “Karışmayın siz” diye azarlıyordu.

 Çocuklardan biri, “Bu bütün tabaktakileri yiyecek galiba, herkes kendi hakkını önüne alsın” deyince de tabağı önüne çekip, bağırıyordu, “Bilge Dede’yi duymadınız mı” diyor ve arada bir tane daha ağzına atıyor, diğerini cebine saklıyordu.

 Bilge Dede bu gruptan biraz uzaklaşarak şöyle dedi, “Çocuklar tabaktakiler bitecek diye korkmayın, daha çok var, isteyenler tabaklarını tekrar doldurabilirler” dedikten sonra, herkese başlayabilirsiniz diye eliyle işaret verdi.

 Görevli çocuklar tüm çocuklara ayran dağıttı. Ama aynı gruptan hala çok fazla ses çıkıyordu.
 Bilge Dede o grubun yanına gitti, Yine aynı çocuk, tabağı kapmış, “herkese ben paylaştıracağım” diyor ama kimseye bir şey vermiyor, tabaktakileri ceplerine dolduruyordu.

 Bilge Dede, onun omzuna dokunduğunda telaşla ayağa kalkmış, ve tabağı Bilge Dede’ye uzatarak fısıltıyla “Bunlar da hemen bitirdiler tabağı, ben yiyemedim, bir tabak daha alabilir miyim” diye sordu.

 Bilge dede çocuklara işaret etti ve Zeynep bir tabak daha getirdi. Bilge Dede tabağı grubun ortasına koydu ama çocuk yine aynı iştahla saldırdı tabağa.
 Bilge Dede onu kolundan tutarak ayağa kaldırdı ve çocuklara dönerek, “Bu arkadaşınızı maymunu mu yönetiyor, aslanı mı?” diye sordu.

 Gruptaki diğer çocuklar, “Maymunu yönetiyor Bilge Dede” dediler.
 “Peki ne diyor bu arkadaşın maymunu” kimseden ses çıkmayınca Bilge Dede devam etti, “Hepsini sen ye, hepsini sen ye, kimseye verme, az var, biz doymayız, çabuk ye, sakın paylaşma diyor değil mi?” Çocuklar bir ağızdan gülmeye başladılar.
 “Ama ben asıl aslanının ne dediğini merak ediyorum çocuk” dedi Bilge Dede.
 Çocuk biraz utanmış gibiydi, “Aslında” dedi, “aslanım beni uyarıyordu, herkes gibi sen de bekle, hakkına razı ol, acele etme diyordu ama maymunum, sen almazsan diğerleri alacak sana bir şey kalmayacak diyordu” dedi.

 Bilge Dede ise, “ve sen de maymunun sözünü dinledin öyle mi?” diye sordu.
 Diğer çocuklar, “Bilge Dede o her zaman öyle yapıyor” diye şikayet etiler.
 Bilge Dede, “Belki yerken maymunun sözünü dinledi ama bakın bir çok oyuncak getirmiş, sıra oyuna gelince aslanın sözünü dinleyecek değil mi?” diye sordu çocuğa.

 Çocuk başını salladı ve tabaktakileri yemeye devam etti.
 Bütün çocuklar yiyeceklerini bitirip, ayranlarını içtiler. Bilge dede isteyenlere ikinci bardak ayranlarını da verdi ve sonra grupların ortasına eçip, “Şimdi oyun zamanı çocuklar, oyuncaklarınızı çıkarıp, oyuna başlayabilirsiniz” dedi.
 Çocuklar oyuncaklarını çıkarıp oynamaya başladılar. Başlangıçta biraz karışıklık oldu ama sonra her çocuk etrafa yayılan oyuncaklarla tek tek ya da beraberce oynamaya başladılar.

 Fakat yine aynı gruptan bağrışmalar duyuldu. Bilge Dede çocukların yanına gittiğinde , yiyecekleri paylaşmayan çocuğun, kendi oyuncaklarını kimseye vermediğini ama diğer çocukların oyuncaklarıyla oynamaya çalıştığını gördü. Kendi oyuncaklarıyla oynamak isteyen çocukları ise itiyor ve, “O benim, o benim” diye bağırıyordu.

 Bilge Dede çocukların yanından uzaklaştı ve uzak bir yerden grubu izlemeye devam etti. Görevli çocuklardan, Deniz ve Zeynep grubun yanına gittiler ve diğer dört çocuğu oradan kaldırıp başka bir grup oluşturdular.
 Paylaşmayı sevmeyen çocuk ise örtünün üzerinde tek başına kalmıştı.
 Bir süre kendi başına oynamaya çalıştı ama tek başına oyun oynamanın hiçbir tadı yoktu. Başka gruplardan çocukların yanına gitti ama kimse onunla oynamak istemedi.

 Bilge Dede onun yanına gidip, elinden tuttu ve, “Gel bakalım, senin için depoda oyuncak ve mutfakta yiyecek kalmış mı? Arayalım” dedi.
 Çocuğun gözleri parladı. Mutfağa gittiklerinde, Bilge Dede, “Haydi gel, sana ve arkadaşlarına çikolata bulalım” dedi.
 Ama çocuk fısıltıyla, “Bilge Dede, sen bütün çikolataları bana ver, ben onlara dağıtırım” dedi.

 Bilge Dede kaşlarını yukarı kaldırdı ama bir şey demedi. Onu depoya götürdüğünde, bir çok oyuncakla karşılaştılar.
 Bilge Dede, “Haydi sen oyuncakların içinden bir tane seç, diğerlerini de arkadaşlarına götürelim” dedi.

 Fakat çocuk yine, “Bilge Dede sen onları bana ver, onlara verme” dedi fısıltıyla.
 Bilge Dede bu sefer sert bir sesle, “Çocuk, bu sefer beni kızdırdın ama” dedi.
 “Sen niçin hep maymununu izliyorsun, diğer arkadaşlarının yemeye ve oynamaya hakkı yok mu?” diye sordu.

 Çocuk, “Ama onları önce ben gördüm” diye ısrar etti.
 Bilge Dede çocuğu yüksek bir sandalyeye oturtarak şöyle dedi, “Sadece yemek ve oyuncaklar değil, her şey paylaşıldıkça güzelleşir, paylaşılmayan her şey haksızlık ve kötülük yaratır. Paylaşmayı sevmeyen yalnız kalır, kimse onu sevmez. Bencillik kabalıktır; oysa nazik olmak güzeldir, iyidir. Sen her şeyini paylaşmazsan ve hep benim hep benim dersen, hayat da sana kızar ve paylaşmaz hiçbir şeyi seninle. O zaman da sen çok üzülürsün”

 Çocuk, omzundaki, “dinleme onu, dinleme onu” diyen maymunun kafasına bir şaplak attı ve, “Bundan sonra hep aslanımın sözünü dinleyeceğim Bilge Dede, özür dilerim” dedi.

 Sonra cebindeki yiyecekleri ve çantasındaki oyuncakları arkadaşlarının önüne boşalttı ve hep birlikte bol bol oynadılar.

 Piknik bittiğinde, çocuklar köye dönmek üzere hazırlandılar.
 Bilge Dede bütün çocuklara kamıştan yapılma flüt hediye etti. Çocuklar çok sevindiler. Yokuş aşağı inerken, hepsi birden flütlerini çalmaya başladıklarında, büyükler de gülerek kulaklarını elleriyle kapadılar.

Bir yorum

Cevapla

  
 
3+2 İşleminin Sonucu    
Yukarı Çık